İşyeri Hekimliği Araç mı? Amaç mı?

Türkçemizde, “sapla samanı karıştırmak” diye bir deyim vardır. Belki de bu başlığı okuyunca, benim gibi, sizin de aklınıza bu deyim geldi. Gerçekten de içerik bakımından işleyeceğimiz konu ile uyuşuyor.

1930 yılında Genel Sağlığı Koruma Yasamıza (UmHıfK), “kaza olasılığı yüksek işyerleri ile 50 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerine” işyeri hekimi bulundurma zorunluluğu getirirken, amaç neydi ? O sırada, sayıca fazla olan ya da geliri yetersiz olan hekimlere, yeni iş alanları mı açmak?! Hiç sanmıyorum. Çünkü o yıllar, hem ülkemizde sayıca hekimlerin yetersiz olduğu, hem de ücretler yönünden (tıpkı 1961-65 ve 1978-80 yıllarında olduğu gibi) altın devrini yaşadıkları dönemlerdi.

Demekki, işyeri hekimliği kurumu bir amaç değil bir araç olarak düşünüldü. Amaç, “herkese sağlık” kazandırmaktı.1930’ların özgün koşullarını anımsadığımızda, bir türlü çıkarılamayan İş Yasası’nda yer alması düşünülen, ama gecikmesinden ötürü de usanç içinde olunan bazı konular, Genel Sağlığı Koruma Yasası’nın içine yerleştirilmişti. Bu özgünlük, ileride de sürdürülebilmiş olsaydı, sağlık hizmetlerinin sunumunda Türkiye’ye özgü bir model ortaya konulabilecekti. Ne yazıkki, kolaycılık ve kopyacılık alışkanlıklarımız, özgün bir modelin sürdürülebilmesine olanak vermemiştir (Bakınız – Fişek A.G., Özşuca Ş.T., Şuğle M.A.: Sosyal Sigortalar Kurumu Tarihi (1946-1996) Kasım 1998 SSK Yayını No.598 s.128)

İşyeri hekimliği kurumunun, işçilerin sağlığını korumada bir araç olarak görülmüş olması doğru bir yaklaşımdı. 1950 yılında Hastalık Sigortası’nın uygulamaya geçmesinden sonra da, tedavi görevleri işyerlerinden alınarak İşçi Sigortaları Kurumu’na aktarılmıştı. Böylece, işyeri hekimlerinden yalnızca koruyucu sağlık hizmeti ödevleri beklenir olmuştu. Ama bu beklenti aradan 50 yıl geçmiş olmasına karşın hala gerçekleşemedi. SSK’nın da kendi gündelik işlerini hafifletme kaygısı ile verdiği “yetki” ile işyeri hekimleri -ezici bir çoğunlukla- yalnızca tedavi hizmetleri ile kendilerini görevli hissettiler. Bu hem işverenlerin ve hem de işçilerin işine geldi. Çünkü hem sağlık sistemimizde ve hem de toplum bilincinde, koruyucu hekimlik (yani “araba devrilmeden önlemini almak”) yer etmemişti.

İşyeri hekimlerine, koruyucu hekimlik ödevlerini anımsatmak ve iş sağlığı güvenliğinin bir ekip işi olduğunu anlatmak üzere TTB tarafından başlatılan “iş hekimliği sertifikası” programının 13.yılında, bu tablo değişmemiştir.

Bunun tek tek hekimlere ve TTB’ye ait nedenleri olduğu gibi, ama bundan daha çok işçi-işveren-devlet üçlüsüne ve üniversitelere-diğer meslek odalarına ilişkin nedenleri vardır. İş sağlığı güvenliğinin çok bilimli karakteri ne yazıkki, TTB dışındaki örgütler tarafından geliştirilmemiş; işyerlerinde iş sağlığı güvenliği alanında koruyucu hizmetler vermek isteyen hekim, mühendis ve sosyal görevlilere destek hizmet sistemleri oluşturulamamıştır.

Fişek Enstitüsü tarafından, 19 yıldır sürdürülen ve her yıl biraz daha olgunlaştırılarak açılım kazandırılan “model” çalışmalar gözardı edilmeye ve hatta kösteklenmeye devam edilmektedir.

Bu tanımladığımız güncel görünüm bir karamsarlığın ürünü değil, bir kayıtsızlığın yansımasıdır. Çünkü, ülkemizde, bu görünümü çok kısa süre içerisinde, olumluya çevirebilecek, olanaklar vardır. Ama “dar” çıkarlar, “değişim”den ve “aşılmak”tan korkma, hareketsizliği ve hareket eden her objeye de düşmanlığı getirmektedir.

Karar vermemiz gerekiyor: İşyeri hekimlerinden, işyerlerindeki sağlık güvenlik koşullarını geliştirmede bir araç olarak yararlanacak mıyız? İşçilerin kazalardan ve hastalıklardan korunmasını, sağlık durumlarının geliştirilmesini, işyeri hekiminin öncelikli görev olarak tanımlayacak mıyız?

Bu sorunun yanıtı EVET ise, o zaman, diğer sağlık bilimcilerinden, fen bilimcilerinden ve sosyal bilimcilerden geniş bir ekiple ona destek olmamız gerekmektedir. Mutlaka işyeri iş sağlığı güvenliği kurullarına böylesi bir içerik kazandırıp, bölgesel işbirliği programları içine sokmamız gerek..

Bu sorunun yanıtı HAYIR ise, çağdaş dünyada yeriniz ne?!