İş Sağlığı Güvenliği’nde Güncel Değerlendirme

İş sağlığı güvenliği, denildiğinde, çalışma yaşamının bireyler üzerinde oluşturduğu, bedensel, ruhsal ve sosyal tehlikeleri düşünmek gerekmektedir. İnsanı çevresi ile bir bütün olarak gören sosyal hekimlik yaklaşımı ile bu yaklaşımın olmazsa olmaz koşulu çok bilimlilik, konunun ana çerçevesini çizmektedir.

Ancak ülkemizdeki bilim yuvalarında (üniversitelerde), sosyal hekimlik yaklaşımının da, iş sağlığı güvenliğinin de yatay-dikey gelişmesi (yaygınlık-derinlik) sınırlıdır.

Türkiye’de yaşam koşullarındaki ve çalışma koşullarındaki “var”lar, çok sınırlı alanlarda ve “herkes”i kapsamamaktadır. Bu sınırlılıklar şöyle sıralanabilir : İnsanca yaşam sürdürmeye yetecek gelir, risk karşısında kişiyi güvenceye alacak yeterli bir sosyal güvenlik sistemi, iş güvenceli ve tüm çocuklara yetebilecek meslek eğitimi süreçleri.

Yaşam koşullarındaki yoksunluklar, aynı zamanda, ülkemizde çocukların çalışma yaşamına erken yaşta atılmasının da nedenlerini oluşturmaktadır. Öte yandan çocuk çalışması ile iş sağlığı güvenliğindeki yetersizlikler, birbiriyle etkileşim ve eşzamanlılık içindedir.

Çocukları çalışma yaşamına iten bu “Yok”sunluklar, erişkin olduklarında ve erişkinleri de pasifize etmekte ve olumsuz koşullara boyun eğmelerini getirmektedir. Türkiye’de ne erişkinler için, ne de çalışmak zorunda olan çocuklar için elverişli çalışma koşulları vardır. Başta “işe giriş ve periyodik sağlık kontrolları ile biyolojik ve çevresel ölçümler” olmak üzere çeşitli yetersizlikler ile oluşan iş kazalarıyla meslek hastalıkları bize, Türkiye’de iş sağlığı güvenliği düzeyini belirlemek için kullanacağımız ölçütler ya da “yapısal nedenler” konusunda da ipucu vermektedir :

Türkiye’de İş Sağlığı Güvenliği Düzeyini Belirlemek İçin Kullanılacak Ölçütler

  1. İstatistiklere yansıyan vakalarla, araştırmalarla saptanabilenler arasındaki büyük farklar,
  2. İş kazaları ve meslek hastalıkları ile sonuçlanabilecek “çalışma ortam koşulları” üzerine yapılan araştırmaların verileri,
  3. Küçük, orta ve büyük ölçekli işyerlerinde çalışma koşulları yönünden ortaya çıkan farklar,
  4. Toplu İş Sözleşmelerinde, sendikaların istemlerinin varlığı
  5. İşverenlerin tutmakla yükümlü olduğu belgelerle ilgili “hizmet” olanakları,
  6. Türkiye’de bu alandaki yayınların durumu,
  7. İşçi, memur ve tarımda çalışanlar, çıraklar olmak üzere farklı statüde çalışanlara uygulanan farklı “sistem”ler ve “denetim”ler
  8. ÇSGB iş müfettişlerinin (teknik) denetleyebilecekleri en çok işyeri sayısı
  9. İş sağlığı güvenliği konusunda başvuru merkezi olabilecek, bağımsız, saygın ve kolayca başvurulabilir bir odağın varlığı.

Türkiye’de iş sağlığı güvenliği bir yaşam biçimine dönüşememiştir. Diğer bir deyimle, bireylerin yaşamının-üretiminin ayrılmaz bir parçası haline gelmemiştir. Bunun en temel nedeni, bu felsefenin yaşamın diğer kesitlerine de yansımamış olmasıdır. Sözgelimi, trafik kaosu ve bunun doğal sonucu olan yüksek miktarda trafik kazası sonucu yaralanma ve ölümlerdeki yüksekliği… Tarım koruma ilaçlarının, un ya da tuz niyetine, yanlışlıkla kullanılması sonucu, meydana gelen ölümcül zehirlenmeler. Hem kırda hem de kentte, çalışma yaşamına erken yaşta çocukların-gençlerin katılması… Bütün istatistiklere meydan okurcasına, “bana bir şey olmaz” diyerek önlem almaktan kaçınanların çokluğu …

Yüzyılların deneyimi, çalışma yaşamında, mesleksel kaynaklı kazaların ve hastalıkların, uygun önlemlerle hemen hemen tümüyle önlenebileceğini ortaya koymuştur. O zaman görülen her iş kazası ve her meslek hastalığı, önlemlerde bir eksiğin ve savsamanın sonucudur.

Bir ülkenin iş sağlığı güvenliği düzeyini değerlendirirken, hiç kuşkusuz bu göstergelerden yararlanmak gerekmektedir. Ancak çok önemli bir başka gösterge daha vardır ki, hepsinin önüne geçer ve tehlikeyi önceden haber verir: Çalışma ortamının değerlendirilmesi.

Ülkemizde “çalışma ortamının değerlendirilmesi”ne, “meslek hastalıklarının erken aşamada tanınmasına” yönelik, sınırlı alanlarda yapılmış ve ülkenin tümünü temsil edemeyen çalışmalar vardır. Uluslararası standartlardan yararlanılarak hazırlanan objektif ölçütlere dayanan listelere dayanarak yapılan araştırmalar, küçük işyerleri ile büyük işyerleri arasında büyük farklar bulunduğunu ortaya koymaktadır. Yine bu araştırmalar, işverenlerin önceliklerinin “yangın önlemleri”nde olduğunu, ilk yardım ile ilgili önlemlerin ise en son sırada yeraldığını ortaya koymaktadır. Bu da emek ögesinden çok, sermaye ögesine ağırlık verildiğini; insanın ancak bu uygulamalardan dolaylı yarar sağlayabildiğini ortaya koymaktadır.

Ne yazıkki, tüm çalışanları kapsayan düzenli kayıt ve istatistik çalışmaları bulunmamaktadır. Bunda sosyal güvenliğin farklı çatılar altında toplanmış olması kadar, bilimselliğin bir kılavuz olarak kullanılmamasından da kaynaklanmaktadır. Bilimsel verilerle desteklenen kurum politikalarının oluşturulmamış olması, özellikle, işçilerin sosyal güvenliğini sağlayan yapının, işçiye özgü olan mesleksel tehlikelere ve bunların önlenmesine yeterince eğilmemiş olmasına da yol açmıştır.

Yine kayıt ve istatistik çalışmalarındaki hata kaynakları ile kıyaslama güçlükleri, bu yazıda, bazı evrensel ölçütlere yer verilmesini olanaksızlaştırmıştır. Örneğin kaza ağırlık ve sıklık oranları hesaplanamamıştır. Çünkü SSK istatistiklerinde, bir yılda toplam çalışılan güne yer verilmemiştir. Aynı şekilde, Emekli Sandığı tarafından sosyal güvence altına alınan kamu çalışanlarının uğradığı “vazife malullüğü” ile ilgili yalnızca maluliyet derecesine göre sayısal dağılım bulunmakta; kazaların sayısı, işgöremezlik süreleri ve toplam çalışılan gün ile ilgili bilgi bulunmamaktadır. 1997 yılında, “harp malulleri” dışta olmak üzere, “görevi” dolayısıyla tam işgöremez duruma düşen kamu çalışanlarının sayısı, 6901’dir. Bağımsız çalışanları kapsamına alan sosyal güvence kurumunda ise, “mesleksel kaza ve güvenlik” ya da “vazife malullüğü” gibi, işle ilgili yaralanmalara hiç yer verilmemiştir.

Ayrıca bu konuda SSK tarafından saptanan meslek hastalığı olguları yalnızca buzdağının görünen kısmıdır. Bunun en geçerli kanıtı, çeşitli araştırıcılar tarafından yapılan araştırmalarda ortaya konulan mesleksel sağlık kayıplarıdır. Gürültüye bağlı işitme kayıplarından, polisiklik aromatik hidrokarbonlara bağlı gen hasarlarına kadar değişik saptamalar vardır. Bu saptamaların özellikle, çocuklar ve gençler üzerinde yapılmış olması, çalışma ömrünün artmasına bağlı olarak bu belirtilerin daha da derinleşmiş olacağını düşündürmektedir. Ancak ne yazıkki, hem SSK ve hem de Türkiye, bu konudaki verilerden zengin değildir.

İşyerlerinde gerek çevresel ve gereksel biyolojik ölçümler yapılmasında ve yasalarla işveren için görülen diğer yükümlülüklerin yerine getirilmesinde ortaya çıkan en önemli engel, ülke çapında tüm işyerlerine bu hizmetleri verecek yapıların geliştirilmemiş olmasıdır. Bunun için hükümetten bağımsız ve sosyal taraflarca kararları saygıyla karşılanacak bir odağa gereksinme vardır. Türkiye’de, bu alanda böyle bir çekim merkezinin oluşmamış olması, her adımda kendisini hissettirmektedir.

İş sağlığı güvenliği sorununun, küçük ve orta ölçekli işletmelerde yoğunlaşmıştır. Türk iş hukuku mevzuatına göre, iş sağlığı güvenliği kuralları bakımından 50 ve daha çok işçi çalıştırmak, işverenlere bazı yükümlülükler, işçilere de hizmetten yararlanma olanakları getirmektedir. Bunlar arasında işyeri hekimi, iş hemşiresi bulundurma, iş konseyleri oluşturma sayılabilir. Buna ek olarak bu gibi daha büyük ölçekli işyerlerinde sendikal örgütlenmelerin de arttığı ve işçilere yönelik hizmetleri de artırdığı görülmektedir.

Ancak, toplu iş sözleşmelerinin 20 yıllık aralıklarla taranmasında da, iş sağlığı güvenliği yönünden kayda değer gelişme elde edilmemiş olduğu ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de, işçi sendikalarının, iş sağlığı güvenliği konusundaki müdahale programları yetersizdir. İşçinin sağlıklı çalışma hakkını savunmada ortaya çıkan bu zaaf, büyük işyerlerindeki çalışma koşullarının da, katılımcılıktan uzak bir modelle ve yalnızca işverenin dilekleri doğrultusunda ve/veya ithal teknoloji doğrultusunda geliştiğini ortaya koymaktadır.

Bunu doğrulayan diğer bir ölçüt de, çalışma yasalarının izleyicisi olan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı iş müfettişlerinin sayılarındaki yetersizlik ve bu sistemi besleyecek yardımcı elemanlarla uzmanların bulunmayışıdır. Bu olgu, küçük-orta ya da büyük ölçekli olsun, işyerlerinde, yasaların yerini işverenin niyetinin ağır basmasını getirmekte ve dolayısıyla işletmeler arasındaki rekabet eşitsizliğini körükleyen bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır.

İşyerlerine yönelik hizmetlerdeki yetersizlik, küçük ve orta ölçekli işyerlerini hem dezavantajlı konuma düşürmekte ve hem de “adaletsizlik”lerin yoğunlaştığı bir ekonomik etkinlik alanına dönüştürmektedir. Kayıt-dışı çalışmanın (ve sigortasız çalıştırmanın) en çok bu tip işyerlerinde gerçekleştiği düşünüldüğünde, sunulan istatistiksel verilerin, gerçekte varolanın daha altında olduğu düşünülmelidir.

SSK istatistiklerine göre, 50’den az işçi çalıştıran işyerlerinin bütündeki payı % 98,47; çalıştırdıkları sigortalıların payı % 56,92 ve bu sigortalılardan iş kazasına uğrayan ya da meslek hastalığına yakalananların bütün içindeki payı ise % 73,79’dur. Bu işyerleri içerisinde, 9 ve daha az işçi çalıştıran işyerlerinde uğranılan kazalar en büyük yeri tutmakta olup; bütün kazalar içerisindeki payı % 54,6’dır. Bu ölçekteki işyerleri ülke ölçüsünde çocukların en yoğun olarak çalıştığı işyerleridir.

Yapılan araştırmalar, çocuk çalıştırma arttıkça işyeri çalışma koşullarının kötüleştiğini; çalışan çocuğun yaşı küçüldükçe çalışma süresinin arttığını ortaya koymaktadır.

Öte yandan çok boyutlu etmenler, küçük ve orta ölçekli işyerlerinde, bütüne oranla, 15 ve 18 yaş altındaki çocuk işçi (veya çırak) kullanımını da yükseltmektedir. Genç nüfusun olumsuz koşullarla yüzyüze gelme olasılığındaki bu yükselme, ülkenin geleceğini de tehlikeye sokabilir. Yasa gereği, devlet tarafından sigorta ettirilen çırakların, dört katı çocuğun sanayi kesiminde sigortasız çalıştığı DİE verilerinden görülmektedir. Bu durumda, 1997 SSK İstatistiklerine göre, 19 yaşın altında 182 çocuk-genç, iş kazalarıyla meslek hastalıklarına bağlı ölüm ya da işgöremezlik sonucu çalışma yaşamından uzaklaşmıştı. Bu aynı nedenlerle çalışma yaşamından uzaklaşanların % 3,1’ini oluşturmaktadır. Geçici işgöremezlik verilen ve bir süre sonra işinin başına dönen çocuk-gençlerin oranı ise %2,7’dir.

TABLO: İŞ KAZALARIYLA MESLEK HASTALIKLARI SONUCU ÖLÜM VE İŞGÖREMEZLİKLERİN YAŞ, CİNSİYET DAĞILIMI

Yaş grubu

Geçici işgöremez

Sürekli işgöremez

Ölümle sonuçlanan

Toplam

TOPLAM

TOPLAM

TOPLAM

-14 74 3 6 9
15-19 2618 158 15 173
20 + 96.681 4226 1452 5665
TOPLAM 99.373 4374 1473 5847

1997 yılında iş kazalarıyla meslek hastalıklarına bağlı ölüm ya da sürekli işgöremezlikle çalışma yaşamından uzaklaşmak zorunda kalan toplam kişi sayısı 5847’dir. Bunların yaş ortalamaları şöyledir : Ölenlerden kadın olanlar için 43, erkekler için 40 ; sürekli işgöremez konuma düşenlerden kadın olanlar için 33 ve erkekler için 39. Bütün bunlar, elverişsiz çalışma koşullarının topluma maliyetini olanca çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.

Bu bakımdan, iş sağlığı güvenliği ve insan hakları belgelerinin tüm kurum ve kuralları ile küçük ve orta ölçekli işletmelerde yaşama geçirilmesi için müdahale modelleri denenmeli ve ülke ölçüsünde yaygınlaştırılmalıdır.

Türkiye bu konuda model çalışmalar ve bunların uygulanabilirliğinin kanıtlanmış olması açısından şanslı bir konumdadır. Fişek Enstitüsü’nün (bir NGO) çalışan çocuklar ve iş sağlığı güvenliği alanında, üç büyük il (Ankara, İstanbul, Denizli) ve 5 merkezde yürüttüğü çalışmalar, bu adaletsizlikle savaşta önemli model çalışmalardır.

Bu model çalışmanın karakteristik özelliklerinden en önemlisi, iş yasası gereği, işverenlerin, yükümlü oldukları iş sağlığı güvenliği hizmetlerinin kendileri tarafından finanse edilmesi ve/veya gerçekleştirilmesi gereken bir alanda yapılmış olmasıdır.

Benzeri model çalışmaların geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasında, bu karakteristiğin korunmasına özen gösterilmeli; mutlaka destek sağlanmalıdır. Her ne kadar, her modelin sürdürülebilirliğini sağlamışsa da, sürdürülen süre uzadıkça, sürdürülebilirliğin önündeki zorluklar artmaktadır.

Ülkemizde, iş sağlığı güvenliği alanındaki öncelikli müdahale noktalarından biri de madenlerdir. Madenlerde iş teftişi uygulamaları ile Maden Mühendisleri Odası çalışmaları dışında, henüz bir ilgi odağı olamamıştır. Buna karşın gerek iş kazalarında ve gerekse meslek hastalıklarında önemli bir paya sahiptir. Maden sahaları ülkenin dört bir yanına yayılmıştır. Kayıt-dışılık yaygındır. Kömür madenciliği, kömür-dışı madencilik ve taş kil, kum ocağı işletmelerinde 1997 yılında 6.086 iş kazası, 434 meslek hastalığı görülmüş olup, bunlar sırasıyla tüm kaza ve hastalıkların % 6,2 ve % 41,1’ini oluşturmaktadır. Bu iş zedelenmelerinin bütün sürekli işgöremezlik içindeki payı % 37,9 ; bütün iş zadelenmelerine bağlı ölümlerde % 13,6 ve geçici işgöremezlik süreleri içindeki payı da % 7,5’tur. Madenlerde1997 yılında toplam 14 084 622 işgünü kaybedilmiştir.

İş sağlığı güvenliği alanında, “kamusal” müdahale, işverenlerin yasal yükümlülüklerinin yerine getirilmesinin izlenmesi ve gerektiğinde zorlanması ile sınırlıdır. İş sağlığı güvenliği denetiminde “Zor”un en aza indirilmesi sosyal tarafların ve gönüllü kuruluşların sorumluluğu ve söz hakkı işletilmesiyle sağlanabilir.

Oluşturulan hizmet ve müdahale mekanizmalarının, toplumla bütünleştirilebilmesi, onun tarafından etkilenmesi, kültürüyle yoğurulması, ama popülist (halk dalkavukluğu) çizgiden de uzak tutulması gerekir. Burada, en önemli rol, işçi, işveren ve gönüllü kuruluşlar üçlüsüne düşmektedir.

Türkiye’de, bu yöndeki küçük umut ışıklarının yanında, kamunun da kendisini yenileme ve yeniden yapılanma çabaları vardır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın ILO/IPEC çerçevesindeki projeleri, “İşçi Sağlığı Genel Müdürlüğü’nün Yeniden Yapılandırılması” ve “Mesleksel Sağlık ve Güvenlik Yasası” çalışmaları bunlar arasında sayılabilir.